Yansıma

Yansıma yazısında Eşlik eden: Fazıl Say – İnsan İnsan
“Baktığımızda gördüğümüz tek hakikat kendi yansımamızdır.”
Dışarıdan gözümüze gelen ışıklar saydam tabakada kırılır, göz bebeği ve mercekle buluştuktan sonra da retina üzerinde bir kere daha kırılır ve retina üzerinde ters bir görüntü oluşur … / Görme eyleminin kabul gören tanımı aşağı yukarı bu şekildedir.
Kendimizi içine aldığımız bu çembere bir bakmamız gerekiyor..
Kulak kepçesinin dışarıdaki titreşimleri tutmasıyla başlar. Kulak zarı bu titreşimleri alarak sırasıyla kulaktaki kemikçikleri hareket ettirir. Buradan birkaç kulak bölgesine daha uğrayan titreşimler elektriksel sinyallere dönüştürülür ve beyne iletilir … / İşitme yeteneğinin tanımı da aşağı yukarı böyledir.
Bir bardağın herkesçe aynı göründüğünü, bir şarkının herkesçe aynı tınılarla duyulduğunu söyleyebiliriz..
Peki ya hepimizde aynı gerçekleşen bu biyolojik süreçlerin yorumlanmasının ve zihnimizde anlam kazanmasının birbirini tuttuğunu söyleyebilir miyiz?
Bakış açımızı, felsefemizi, yaşam tarzımızı oluşturan etkenler; daha anne – babamızın genetik kombinasyonuyla başlayan, rahme düştüğümüz ilk andan itibaren her uyarıcı etkisiyle kümülatif biriken, dünyadaki herhangi bir yere sığdırmanın mümkün olmadığı bir toplamdır.
Hal böyleyken bir manzaranın, bir ezginin hatta geçen her saniyenin herkes tarafından farklı yorumlanmasından ve ruh dünyamızda bambaşka yer edinmesinden daha doğal bir şey olamaz diye düşünüyorum.
Benliğimizi oluşturup etrafımızı yorumlamamızı sağlayan her etkenin, her uyarıcının da çevremizden geldiğini düşünürsek; kendimizi içine aldığımız bu çembere bir bakmamız gerekiyor..
“Bir okyanus bir denizin ardından gidiyor.”
Tasavvuftaki müthiş “ayna” metaforu insanın ne kendi başına kendini anlayabileceğini ne de kendi başına varolabileceğini anlatır ki bilindik Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî anlatılarının içinde bile bunu pek çok defa görebiliriz. Benim en çok etkilendiklerimden bir tanesi Rumî’yi babasının arkasında yürürken gören Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “Bir okyanus bir denizin ardından gidiyor.” diyerek Rumî’deki büyüklüğü görmesi fakat Rumî’nin ancak ona ayna olan Şems ile birlikte içindeki bu okyanusun farkına varması.
Yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılan geleneksel sözlerde ve öğretilerde yalnızlığın fayda getirmediğini, çevremizle ve dostlarımızla ancak yaşama bağlanabileceğimizi görürüz.
“Ağaç yaprağıyla, insan dostuyla güzeldir.”
“Yalnız taş duvar olmaz.”
Psikolojinin bilimsel boyut kazanmasının başlangıcında insanın bir makine gibi algılanabileceği savunulmuş fakat çok kısa bir sürede bunun mümkün olmayacağı anlaşılmıştır. Sonrasında zihinsel süreçlerimize dikkat edilmiş fakat bu da yeterli gelmeyerek çevreyle olan ilişkilerimiz üzerine çalışmalar yapılmıştır. Ve sonuçta insanın sosyal bir varlık olduğu ve sosyalleşmenin ruh sağlığımız açısından müthiş bir öneme sahip olduğu anlaşılmıştır. Kabaca aşk ve mutluluk hormonu olarak tanımlayabileceğimiz “oksitosin” hormonunun sosyalleşme ile yükseldiğinin bulunması ile bu düşünce iyice temellenmiştir.
Dünyamızla olan ilişkimiz bir çember içinde ve hep bir döngü ile devam ediyor.
Arkadaş, iş, sosyal bağlamdaki seçimlerimizle oluşan çevremiz ve çevremizin sürekli şekillendirdiği arkadaş, iş ve sosyal ilişkilerimiz..
Beğenerek seçtiğimiz, okuduğumuz kitaplar, seyrettiğimiz filmler ve bunların beğenimizi ve seçiciliğimizi değişikliğe uğratması..
Bu döngülerin değişimi için elimizde olmayan durumlar olduğunu düşünebiliriz. Değiştirebileceğimiz büyük resimleri bir kenara bırakıp sadece elimizde olmayan kısımları gerçek kabul edip kendimizi sürüklenmeye mi terkedeceğiz peki?
Benliğimizi doğasına uygun hale getirmek, ruhumuzun hakikatlerle sakinliğe kavuşabilmesi için, kendimizi sorgulamaya ara vermeden çabalamayı sürdürmemiz gerekiyor.
Çünkü etrafımızdaki her şey aslında bir ayna ve neye dönüşeceğimizi belirleyen, bizim ellerimizle yerleştirdiğimiz bu aynalar.